Birey ve toplum arasındaki ilişki, felsefenin en temel tartışma konularından biridir. Tıpkı özgürlük ve varoluş kavramları gibi ki bu konu özgürlükle de bir açıdan bağdaştırılabiliyor. 

 Bu konu üzerine düşünmek, bireyin özgürlüğü ile toplumsal normların birey üzerindeki etkisini anlamak adına önemlidir. Filozofların, Thomas Mann'in Büyülü Dağ adlı kitabında da ele aldığı konu üzerine özellikle de şu cümle üzerine: "Çünkü insan, birey olarak yalnız kendi kişisel hayatını değil; aynı zamanda, bilinçli veya bilinçsiz olarak, kendi çağının ve çağdaşlarının hayatlarını da yaşar..." oldukça kesin fikirleri vardır. Bunlara değinmeden önce birkaç soruya göz atmamızı istiyorum. İnsan, birey olarak kendi kaderini tamamen belirleyebilir mi? Yoksa barındığı toplumun özellikleriyle mi inşa edilir? Belki geçmişiyle, belki şimdisiyle... Ama hemfikir olduğumuz bir konu varsa o da şudur ki: Zamandan bağımsız geleceği aydınlatan bir ay ışığı olur, loş ama etkili. Peki ya ikisi birbiriyle bağlantılıysa? Filozofların düşüncelerine bir göz atalım o halde.

 Georg Wilhelm Friedrich Hegel, “Birey, çağının ruhunu içinde taşır” (Tarih Felsefesi Dersleri) diyerek, bireyin toplumsal ve tarihsel bağlamdan bağımsız düşünülemeyeceğini savunur. Hegel’e göre birey, yaşadığı dönemin kültüründen, politik koşullarından ve toplumsal değerlerinden etkilenir. Ona göre birey, kendi özgürlüğüne ancak bu toplumsal bağlam içinde ulaşabilir. Hegel’in bu düşüncesi, bireyi topluma sıkı sıkıya bağlar; özgün bireyselliğin toplumsal yapılar olmadan mümkün olmadığını öne sürer. Ancak bu görüş, bireyin kendi özgünlüğünü ve bireysel seçimlerini önemsizleştirdiği için bana uzak geliyor. Tam olarak toplum kavramı oluşmadan önce de insanlar vardı, bu hale geldiysek eğer; bu tamamen o bireylerin henüz hiçbir yapıt yokken -maddi, manevi- kendi başına bir çeşit fikirler üretip farkındalık yaşayarak ve başarılar kazanarak bu yönlerde günümüze kadar bu yapıtlar gelişmiştir. Bundan mütevellit insan dediğin illa topluma ihtiyaç duymaz gelişim için ancak gözlem açısından katkısı dokunur elbette.

 Bunun aksine, Friedrich Nietzsche’nin bireyci yaklaşımı, özgünlük ve bireyin kendini yaratması fikrine odaklanır. Nietzsche, “Kendi ruhuna ihanet eden kişi, başkalarının doğrularıyla yaşar” (Böyle Buyurdu Zerdüşt) diyerek bireyin, toplumun dayattığı normlara boyun eğmeden kendi değerlerini yaratması gerektiğini savunur. Ona göre birey, yalnızca kendi varoluşsal hakikatini takip ederek anlamlı bir hayat sürebilir. Nietzsche’nin bu radikal bireycilik anlayışı, benim birey ve topluma dair görüşlerimle büyük ölçüde örtüşüyor. İnsan, kesinlikle başkalarının doğrularına teslim olmadan kendi yolunu çizmeli ve kendi değerlerini yaratmalıdır. Bu söze bundan çok bayılırım, hep de savunduğum bir görüş olmuştur. Başkalarının doğrularıyla yalan bir geleceğim olacağına kendi yanlışlarımla doğru bir geleceğim olur, çok daha iyi. Hata ve denemelerle ama kendi fikirleriyle, düşleriyle ve yollarında ilerlemeli insanoğlu. Başkasının istekleriyle yalnızca başkası olmaya devam edersin ve o aitlik hissi asla sana ulaşmaz. Hep yabancı kalır, hep de uzak hissedersin herkese ve her şeye... Lakin en çok da kendine.

 Jean-Jacques Rousseau ise birey ile toplum arasındaki ilişkiye daha farklı bir açıdan yaklaşır. “İnsan doğuştan özgürdür; ancak her yerde zincire vurulmuştur” (Toplum Sözleşmesi) diyerek bireyin, toplumsal düzen içinde özgürlüğünü bir ölçüde feda ettiğini söyler veyahut zorlanıldığını. Ancak Rousseau, bu düzenin toplumsal hayatı mümkün kıldığını da vurgular. Bu görüş, bireyin toplum içinde bir denge kurması gerektiğini öne sürer. Rousseau’nun bireyin özgürlüğüne duyduğu saygıya rağmen, bireyin başkalarının sağladığı adalete uyması faktörüne katılamıyorum. Çünkü toplum dediğimiz bu halklar artık bir robottan ibaret ve konulan baskıcı kurallar yanlış kararlara dönüşebiliyor ve de eğer bu insanın özgürlüğünü tetikliyorsa topluma uyması ne kadar doğru olur? Ben şahsen kendim olamadığım bir hayat istemezdim.

 Soren Kierkegaard’ın “Kalabalık, hakikatin düşmanıdır” (Ya/Ya Da) ifadesi ise, bence bireyin hakikati yalnız başına bulması gerektiğini savunur. Kierkegaard, toplumun bireyi özünden uzaklaştırdığına inanır ve bireyin hakikati yalnızca kendi içsel deneyimleriyle bulabileceğini öne sürer. Bir nevi birbirine benzer kopyalara dönüşüm olduğunu beyan ederek buna karşı çıkar. Bu görüş, bireysel özgünlüğün önemini açıkça ortaya koyar ve bireyin toplumsal bağlardan kurtulması gerektiğini vurgular. Ne de olsa hapishanede de yaşasan amacın zincirleri aşmak olmalı.

 Ve gelirsek benim fikirlerime... Kendi görüşüm aslında tamamen Nietzsche’ye yakındır. İnsan, başkasına bağlı olmadan kendini şekillendirme ve yönlendirme kapasitesine sahiptir. Önceden de belirttiğim gibi bunu en ilkel dönemlerden görüyoruz. Çevremizi gözlemlemek ve ondan öğrenmek önemlidir; ancak bu, bireyin tamamen etkilenmesi gerektiği anlamına gelmez. Toplum, bireyi kolayca yönlendirebilir ve öz benliğinden uzaklaştırabilir. Bu yüzden birey, toplumun dayattığı normlara karşı durmalı ve kendi anlamını yaratmalıdır. Bunu yaparken toplumla karşılaştırma yapacağından mütevellit çok da toplumun etkisi yok diyemeyiz. En azından gözlemlerle kendi fikrimizi oluşturmamıza yardımcı olur. Peki ya etki dediğimiz şey ona uymak mı olmalıdır? Sanmıyorum. Karşı da olsak, aynı tarafta da olsak sonuçta bunu kendimiz düşünüp tartışarak sonuçlandırmalıyız. Ancak ve ancak aklımıza uyarak ve onunla iş birliği yaparak... 

 Hegel'e gelirsek... Hegel’in bireyi topluma bağımlı kılan görüşünü reddediyorum mesela; çünkü bireysel özgünlük, toplumsal bağlardan bağımsız bir süreçtir. İnsanın bir iç savaşıdır yalnızca kendisi kazanması gereken. 

 Bununla birlikte, Rousseau’nun toplumsal düzenin hayatı kolaylaştırdığı fikrine, aksi bir düşüncede olmama rağmen kısmen katılıyorum; ancak bu düzenin bireyin özgürlüğünü kısıtlamaması gerektiğini düşünüyorum. Veyahut bununla bağlı kalmamayı ve çok yönlü, eleştirel düşünebilmeyi savunuyorum.

 Sonuç olarak, birey ve toplum arasındaki ilişki, bir çatışma değil, bir denge unsuru olmalıdır. Birey, kendi özgünlüğünü koruyarak çevresinden kendi fikirlerini inşa etmek için öğrendiklerinden yararlanmalı; toplum ise bireyin potansiyelini desteklemeli ve onu kısıtlamamalıdır. Elbette etik olacak şekilde. 

 Bu karşılıklı ilişki, hem bireyin hem de toplumun gelişimini mümkün kılar ve bir insanın tek başına da neler yapabileceğini kanıtlar. Ki bence çok da güzel bir gurur kaynağı olur kişiye ve çevresine.

 O halde son bir soru da benden: İnsan, bireysel özgünlüğünü toplumun gölgesinde mi yaratır, yoksa o gölgeden kaçarak mı var olur? Veya esinlenerek yalnızca? Belki de önemli olan, ne topluma boyun eğmek ne de onu tamamen reddetmektir; belki de esas konu dengeyi bulmaktır.

Gölgelere rağmen ışık kaynağı olmaktır, parlamaktır...

Ne kaçmaktır ne de saklanmaktır belki de.

Belki de sadece kendin olmakla alakalıdır hayat.

Elanur Zehra ÖZDEMİR 171